Hikâye anlatmayı seven bir adamın bilinçaltının hikâyesi…
KAFAMIN İÇİNİ GÖRSEN NE GÜZEL OLURDU
Seni kafamda bir yolculuğa davet ediyorum. Yolculuk boyunca odağın ‘düşünme’ ve ‘anlatılanları görsel algınla hayal etme’ üzerine olsun, birlikte telepatik bir şey deneyeceğiz. Yanımda kalmaya mutlak suretle dikkat etmelisin. Götüreceğim yeri benden daha iyi kimse bilemez, o yüzden beni kaybettiğin an; benimle kalmak zorundasın; kafamın içinde hapsolmak zorundasın.
Başlama vakti…
Gel benimle! Birlikte retinamdan içeri girip bu zamana kadar bilinçaltıma neler gönderildiğine bakacağız. İlerleyelim. Yolculuk boyunca sürekli yanımda kalman için seni uyaracağım. Bu da onlardan birisiydi evet. Birlikte bir asansöre ulaşıyoruz. Karanlıkta bembeyaz rengiyle, boyutunu tam olarak tasvir edemediğim, tahminimce bu güne kadar kullandığım tüm tümcelerden oluşmuş; harf boşluklarından gördüğüm kadarıyla şeffaf ve soğuk bu asansöre biniyoruz. Herhangi bir şey yapmadan bekleme hali alıyoruz. Uzun bir ‘bekleyiş’. 22 yıl sürmesi gereken bir bekleyiş. Burada zaman kavramının çok önemi yok; ne normal yaşamdaki gibi saniyelerle ölçülüyor ne de 22 yıl kadar uzun sürüyor…
Bitti.
Az önce etrafımızda her ne var ise şu an hissedilmiyor ve ürpertinin yanında hiçbir ses ve hiçbir görüntünün olmadığı bu ortamda birkaç saniye içinde damarlarından geçen kanın, gözlerini kırptığında birbirine vuran kirpiklerinin hatta ve hatta bunları anlayabilmen için beynine sinyal gönderen sinir hücrelerinin çıkardıkları sesi bile duyabiliyorsun. Algıların uyarılmadığı anda kendini şeffaf bir cam gibi hissediyorsun. Çıplak! O kadar büyük bir boşluk hissediyorsun ki sürekli boşlukta düşen evrende herhangi bir şeymişsin gibi. Ya da sonsuz kavrayamamışlık içinde var olduğunu unutmuş gibi… Ben ise bu büyüklüğü hissederken büyük bir egoyla ‘Bu kadar büyük olmasının sebebi umarım zeki bir adam olmamdan kaynaklıdır.’ diyorum kendime. ‘ Zekiymişim değil mi’ diyecek kadar küstahlaşıyorum da; halbuki tek görebildiğim kendi kafamın içidir şu ana dek. Atasözü gibi bir şeyle beni çürüttün…
Bir ışık yanıyor. Biraz ötende bir ışık... Soluk. Beraber ona doğru hareket ediyoruz. Etrafta köpekler koşuşuyor. Bir kadın, küçük köpeklerden yakaladığını seviyor da seviyor sonra bırakıyor. Bir diğerine... Etrafta çocuk gibi koşturarak kadın, her küçük köpeği sevmeye çalışıyor. Biraz sonra o inanılmaz koşuşturma ve sevgi yumağı sona eriyor. Bir anda bütün köpekler, evet o bütün yavru köpekler can çekişiyor kafamın tarif edebildiğim bölgesiyle tam şakaklarımın hizasında… Ne acıdır. Ölen her şey acıdır da yavrular ölünce acıdan acıdır. Kendi kendime bilmiş bir tavırla ‘Bunca senedir başımın saatlerce buradan başlayarak ağırması ve inanılmaz acılar yüzünden uyuyamayıp düşünmek zorunda bırakılmamın sebebi bu muymuş?’ diyorum. Doktorlar buna sinüzit diyorlar. Hayır, doktor bey kafamda kötü bir kadın bir takım canlıları sevgiden boğuyor bu yüzden… Belki de iyidir, kontrolsüz bir iyilik. Bir şeyler anlatır gibi sanki… Kadın ne konuşabilme ne anlatabilme ne de okuyabilme yetisine sahipti. Bir türlü bunu neden yaptığını ve kafamın içinde bunu neden sürekli tekrarladığının cevabını alamadım. Kin ve nefret doldum; sol kaşımdaki sinirler hızlandı. Belki böyle anlayabilir ‘Belki burada bana zarar verdiğini böyle anlayabilir…’ dedim, nefretim yüzümden okundu da nefret benim için kavranabilir bir duygu değildi, unutmuşum.
-Burada ayrı bir paragraf açmak istedim. Şarkı içinde geldiğimiz noktanın hikâyedeki anlamı için.
Dışarıdayız. Bir site içi. Açık hava. Bir takım içmeler… Yanımda bir arkadaşımla oyun oynamak istiyorum. Ona ‘Sen güneşsin kendi etrafında döneceksin.’ diyorum. Ben de onun etrafında döneceğim çünkü. Dünyayım. Gerçekten de dünyayım bu arada. Birbirimiz için önemli bir şey miydi bilmiyorum da o an çok mantıklıydı. Hayır, arkadaşım kabul etmedi de, yaptırdım diye hatırlıyorum.-
…Kadın acıdan öldü. Çırpınırken etrafında dönüp durdum.
Bir ışık daha yanıyor. Yanımdan ayrılma! İnanılmaz tanıdık sesler geliyor her şey tanıdık gibi. Maitre Gims- Changer, Prodigy-Firestarter, SOAD- Psycho, Hypnogaja- Here Comes The Rain Again, Gary Jules- Mad World… Tanıdık melodiler. Bunlar en sevdiğim melodiler, her yerdeler. Biraz sonra hepsini tek bir şarkı gibi duymaya başlıyorum. Belki yüzlerce şarkı, bir şeyler için birleşip, sanki bir şeyler anlatır gibi kulaklarıma işliyor. Sen ise olayları idrak edemeden ne düşündüğüm hakkında bir fikrin olmadan, bir çocuk masumiyetiyle yanımda dolaşıyorsun. Kaybolma! Biliyorsun, seni burada bırakırsam nasıl çıkacağını bulamazsın ve ben seni istemeyene kadar burada kalırsın. Yalandı! En büyük özelliğim pişman olmayışım değil buydu. Sana öyle bir şey söylemiş olmalıyım. Nihayetinde bütün şarkılar benliğimle birleşiyor ve bir melodi oluşuyor. Buna sonraları nakarat diyeceğim.
Biraz sonra bir kadından hoşlanır gibi oluyorum. Kafamda kurduğum bir hayal görsel olarak kendisini gösteriyor; seninle birlikte izliyoruz sıra sıra… Sonu pek hoşuna gitmiyor. Benden daha az üzüleceğin kesin gibi evet. Kal diye direnilir, özgürlük kal demek midir? Ben özgürlük için direnirim; özgürlük direnmekten daha güzeldir, öyle umarım, burası haricinde hiç özgür olmadım. Gitmesin diye dirensem onun özgürlüğünü alırım ama ben özgür olurum. Bilinçaltım buna bayağı alınırdı yalnız kalacak diye. Özgür olsaydım ona uğramazdım çünkü. Bir çözüm yolu buluyoruz birlikte. Orasını şarkıya bırakıyorum.
Bir ışık daha yanıyor. Bir bağrışma, diğer bir taraftan bir kadın ağlaması, garip ve anlam veremediğim sesler, fakat hiçbir görüntü yok. Yaklaşınca tanıdık replikler duyuyorum, ne kadar hatırlarsam o kadar görüntü açığa çıkıyor ve bunların izlediğim filmlerden en çok etkilendiğim acıklı sahneler olduğunu görüyorum. Sanki bütün içime dokunan ya da ağladığım sahneler birleşip de bana gülümsüyor gibi.
Az ileride bir kadın silueti beliriyor. Sanki içtiğim tüm sigaralar birleşip de bana bir şeyler anlatır gibi. Karanlık ortasında beyaz dumandan bir kadın silueti… Belirgin hatları yok ama aptal olmayan biri bunun bir kadın silueti olduğunu rahatça anlayabilir. Duman seyrekleşiyor yükseldikçe. ‘Benim için ideal kadın bu olmalı.’ diyorum. Onu burada tasarlamış olmalıyım. ‘Tam olarak hayal ettiğim kadın bumuymuş?’ diyorum kendi kendime. O kadar ayrıntısız ki kafamda hal bu ki onu çok güzel tasarlamıştım hayalimde; ten renginden saç rengine, düşünce tarzından ideolojisine, ufak tefek mimiklerinden gülüşüne kadar… O kadar kusursuzlaştırmışım ki birleşememiş sigara dumanı, bana yakıştıramamış olmalı ki bana bir şeyler anlatabilmek için bu yolu seçmiş… Belki de hoşlandığım kadını sevmiştir bilinçaltım. Hayalimdekini göstermiyordur… Bencildir belki. Ben bencilim, neden bilinçaltım da öyle olmasın…
Benim bir alışkanlığım vardır, eğer bir kitaba gece başladıysam o kitap sabaha kadar biter. Eğer o sabaha bitmezse o gün uyunmaz diğer sabaha kadar biter. Bu böyle sürer gider. Kadının kokusu, kafamda kitap kokusunu görselleştiriyordu. Hakkını verdim. Yaşamını bir gecede tüketti. Sabaha kadar yaşadı, öldü. Gidildi belki, ama bir sigara gibi dönüldü. Ben nasıl olsa yalnız kalmam, kalamam. Yıllardır benle birlikte yaşayan biri var zaten kafamın içinde… Milyonlarca düşünceyle beni kim yalnız bırakabilir ki hangi tanrı hangi vücut? Yalnız kalınamaz. Bu ikili bilinçaltı ile yalnız kalınamaz…
Bitmiş gibi.
Fakat burası benim kafamın içi. Ben bitti demeden ne hikâye biter ne de şarkı.
Bir kadına şarkı yazılmamalı kadın şarkı olmalı. Kadınlar şarkı gibi dinlenmeli, kitap gibi okunmalı. Ben bilinçaltımdaki her ne ise onu şarkılaştırdım; o artık bir hikâye ve bir de şarkı oldu, birbirini tamamlayan. Kadın hikâye gibi anlatılmalı. Hatta bu hikâye ne kadar saçma bir anlatım biçimine ya da kurguya sahip olursa olsun bir tanrının var olmasına aracı olmuşçasına ciddi bir hikâyeymiş gibi anlatılmalı. Ben de böyle dedim işte…
Milyonlarca fikrin içinden en güzelini buldum, çıkarıp sana söyledim fakat kafam o kadar karanlıktı ki hiçbir ışık burada kalmak istemedi, yandılar ve söndüler…
Bir ışık daha yandı, etrafımızda kareler belirmeye başladı. Yıllardır yaşamış olduğum her şeyden kesitler olan kareler. Bak! Hemen sağ üstte 2001’de Kartal’da bir marangozun olduğu sokakta, çalışanların uyarsına rağmen bayır aşağı bisikleti sürüp büyük fargo kamyon tarafından 6-7 metre öteye vurulduğum anı. Hemen onun yanında 97’de evde uzun koridorumuzda yürürken karanlıkta garip garip adamlar görmem. Hemen altlarında babamın 2000’deki krizden nasibini aldığı, en sevdiğim evden ve arkadaşlarımdan uzaklaşmak zorunda kalıp, evin bahçesinde kozalak ve fıstık topladığım anı. Hemen bitişiğinde ilk aşık olduğum kıza lisede kozalak biriktirdiğimi söyleyip elimde az önceki anıdan kalan kozalağı hediye etmem. Asla kozalak koleksiyonu yapmadım, kim yapar ki? Hatıra kalsın diye almıştım hâlbuki… Bunun gibi binlerce on binlerce anıyı görebiliyoruz iyi ya da kötü sana gösterdiğim gibi. O kadar yakın gözüküyorlar ki elimi uzatıyorum çekip almak için, olmuyor. Hoşuma gitmeyen bir şeyleri alıp yok edebilirim belki, olmuyor... Yaşanılmış, bitmiş, hatırlanmalı, hatırlanmak zorunda tüm anılar…
Anılardan birini çekip alamamam, tıpkı o kadar insan içinden seni çekip alamamam gibi, sorsalardı hayal kırıklığını böyle tanımlardım.
Işıklar yanar. Bir adam, bir şeyler okuyor. Ona doğru koşmalıyız gibi hissediyorum. Yaklaştıkça inanılmaz kalın ve tok bir ses duyuyorum, tüylerim ürperiyor. Kulağıma geldikçe ‘Ben bunu biliyorum yahu!’ diyorum. Adam bildiğim bütün şiirlerden mısralar okuyor. Çöküp izliyorum. Bir süre sadece ona odaklanıyorum. Sonra ‘Ben daha büyüğüm!’ diyorum içimden. ‘Burada en büyük benim!’ diyorum devamında. Sonra adama daha da yaklaşıyorum ve kulağına eğilip şunları fısıldıyorum beyaz dumandan kadın siluetini göstererek: ‘Bu kadına aşık olsaydım en büyük şair ben olurdum.’. Yüzümde dünyanın en egoist ifadesi ve bir o kadar da kendini bilmişlik.
Asıl yaşam için yaşayan her insana ölmek vaat edilir. Önce iyilik dolu bir hayat yaşa denir ve sistem dediğimiz kanalların koyduğu kurallarca özgürlüğümüz kısıtlanır. Bu konu daha çok ışık yaktırır gibi. Belki bir dahakine kafamın içindeki arkadaşım ile tanışmanıza izin veririm.
Benimle kafamın içinde dolaşmaya geldin. Sana sonsuz bir yaşam teklif ettim. Ama burada kafamın içinde! Benim yanımda değil! Bütün protest ve saldırgan tavrınla basit köleliğimizi yıkmaya geldin benimle… Düşüncelerine tutsak olma köleliğini; onları yönetememe köleliğini. İşte benimle geldiğin gün sana çıkış yolunu gösterip kurtulmanı sağladığım içindir bu gün yaşıyorsun. Bana teşekkür et. Burada en küstah benim. Burada en ‘en’ benim. Unutma!
…Ben ise o gün ölmediğim içindir, bugün yazıyorum.
…ve bil ki henüz bitti demedim
Onur Uğur
Bazen en derin duygular 3 dakika 40 saniyeye sığdırılabilir,
YanıtlaSilbazen o en derin duygular bu kadar derin anlatılabilir,
teşekkür ederim kafanın içini gösterdiğin için.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilKafanın içi gerçekten güzelmiş be
YanıtlaSilBensin senin en derin kuyum
YanıtlaSilKafanız güzelken sakın okumayın
YanıtlaSilNe yazsam ki...
YanıtlaSilBunu buldum , sen yazdın sanarken. Gözlerimi boşuna mı kapattım, bir başkasının hikayesi bir başkasının kadını için mi ?
YanıtlaSil